Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Otobüs durağında ne zamandan beri bekliyordum, bilmiyorum. Olur bazen, aniden farkına varırsın zamanın. Sanki o ana kadar zaman durmuş, bir el sizi zamanın dışına atmış, dünyadan koparmış, sizin de bilmediğiniz, farkına varmadığınız bir yok yerde unutulmuş gibi hissedersiniz kendinizi. Sonra bir anda bir şey olur, bir ses duyarsınız bazen, bazen bir yel çıkar, bir araba geçer bazen, birisi seslenir, bir kuş öter, bir “hişt hişt” gelir kulağınıza; işte o an sanki aniden uykudan uyanmış gibi veya baygın bir halden yeni çıkmış gibi, bilinciniz tekrar geri gelir, çok kısa bir an nerde olduğunuz hatırlamaya çalışır, sonra bulunduğunuz yerde olduğunuzu anlar rahatlarsınız.

        O yapış yapış yaz öğleden sonrasının, insanda mecal bırakmayan insafsız sıcağında aniden otobüs durağında olduğumu anladım ben de. Alnımda boncuk boncuk ter birikmişti. Ter damlacıkları boynumdan aşağı, bluzumun içine doğru yuvarlanıyordu. Çantamda mendil aramak geldi içimden vazgeçtim. Şimdi kim çantayı açacak da mendil arayacak, birazdan otobüs gelecek, bineceğim zaten.

        Beklediğim otobüs bir türlü gelmiyordu. Çok uzun bir süreden beri bekliyorum galiba burada. Tek tük insanlar geçiyordu arkamızdaki kaldırımdan. Benden başka durakta başkaları da vardı.

        O zamanlar otobüs durakları şimdikilere benzemiyordu. Bir direk, direğin ucuna asılı bir tabela, tabelada durağın adı, bir de yaşlıların oturması için bir bank vardı o kadar. Ben bankta oturuyordum. Direğin yanında bir kadın duruyordu. Görür görmez sinirime dokundu kadın. Aşırı süslüydü. Takmış takıştırmıştı. Böyle kocaman halka halka küpeler vardı kulaklarında, bileklerinde altın gibi parlayan sarı sarı bilezikler, rüküştü, abartılı bir makyaj yapmıştı. Bu sıcakta yüzünden boya akacak gibi duruyordu. Saçları yapılı, ama işinin ehli olmayan bir kuaförden çıkmıştı, şık gibi duran ama taklit olduğu belli bir çanta asılıydı omzunda. Beyaz, kareli bir pantolon giymişti. On beş santimlik topuklarının üzerinde zar zor duruyordu, etrafına aptal aptal sırıtarak bakıyor, çevresindeki erkekleri çapkın gözlerle süzüyordu. Bayağılık akıyordu her yerinden. Telaşlı ama umursamaz bir hali vardı.

        Sıcağı, teri, mendili unuttum bir süre kadına baktım. Ne iş yaptığını sormaya başladım kendi kendime, bir oyun bulmuştum kendime işte. Sağıma baktım, benden biraz daha genç bir kadın oturuyordu bankın diğer ucunda. Ona sormak geldi içimden. Haydi ikimiz şu kadının ne iş yaptığını tahmin etmeye çalışalım hanımefendi! İçimden geçen her şeyi dışarı vurmasam! Aman benim gibi aklını edebiyatla, öğrenci ödevleriyle, dünyanın gidişatıyla bozmuş yaşlı dinozorların aklına gelen uçuk fikirlere bak dedim kendi kendime. Abuk sabuk fikirlerine başkalarını ortak etmeyi öteden beri üstüne vazife bellemişsin, bari bugün dur durduğun yerde. Tamam, buldum, bence kadın çalışmıyordu. Zengin bir adamın ya metresi ya da yeni boşandığı karısıydı. Ta buradan bir şeyleri çağırdığı belliydi. Böylelerinin dünya umurunda olmaz. Makyaj, pahalı çanta, kuaför, şık kıyafetler ve umursanmayan bir dünya. Yok galiba haksızlık ediyorum kadına. Baksana daha çok bir avukata benziyor. Yakındaki adliyede bir davası var, ona yetişecek. Bırak sen de ne avukatı, kadın nasıl da işveli, görmüyor musun, demin orada taksi bekleyen yakışıklı herife nasıl da çapkın çapkın baktıydı. Adam da farkına vardıydı da tam o sırada taksi geldiydi de binmek zorunda kaldıydı adam gözü arkada kalarak. Kadın bir süre taksinin arkasından bakakaldı. Bir elinde cımbız bir elinde… Neyse şiiri alet etme bari şimdi abuk sabuk düşüncelerine.

        Ama mesela şu sağ yanımdaki kadın öyle mi? Her halinden bir ev kadını olduğu belli. Çocuklarının üstüne titriyor. Tedirginliği ele veriyor onu, bir an önce eve gidip yemek yapacak. Kocası eve gelecek, çocuklar okuldan dönecek. Dünyanın yükü omzunda. Şimdiden bükülmüş beline baksana! Emekçi. Bir amacı var. Birilerini, o koca mı olur, çocuklar mı olur fark etmez, memnun etme derdinde. Acil bir iş için çıkmış çarşıya, işini halletmiş, bir an önce evine dönmek istiyor. Allah korusun şimdi burada birisine bir araba çarpsa, evdeki çocuklarını, ocakta pişmekte olan yemeğini unutacak, önce o koşacak imdadına.

        Kulağıma gelen bir ezgi, beni kopardı duraktaki iki kadından. “Ya beni de götür ya sen de gitme” sözü beni her şeyden aldı. Kafamı kaldırdım, durağın yanındaki telefon direği miydi, elektrik direği mi bilemedim, bir işçi merdiven dayamış, direğin tepesinde elinde bir alet bir şeyleri tamir ederken türkü söylüyordu. Öyle herkesin duyabileceği bir sesle söylemiyordu türküsünü. Mırıldanır gibi ama benim şu keskin kulaklarım yok mu, her şeyi işitiyorum. Oysa gözlerimin feri yavaş yavaş sönüyor, okurken çok uzun bir süreden beri okuma gözlüğü kullanıyorum. Hareketlerim de ağırlaşmış ama kulaklarım var ya kulaklarım, yarasa kulağı sanki. Her şeyi duyuyorum. Özellikle sevmediğim sesleri. Mesela oldum olası türkü sevmiyorum. Devamlı bir ağlama hali, bir dövünme, bir kendini paralama… Türkü müptelası olan dostlarım var çalıştığım fakültede. Koca koca profesörler… Fransız kültürüyle yetişmiş entelektüeller, yazarlar, şairler. Hele içlerinden birisi var, çok da iyi bir şair ama şairliğini beğenmiyor. Köy türkülerini yazmış adı sanı bilinmeyen köylülerin yavuklusuna yaktığı sözleri kendi şiirlerinden üstün görüyor. Has şiirin gelişini ayak sesinden tanıyor ama ne zaman bir köy türküsünü dinlese şairliğinden utandığını söylüyor. Ne diyor şu direğin tepesindeki adam. “Gayri dayanamam ben bu hasrete…” Madem dayanamıyorsun ne işin var bu şehirde? Köyünde kalsaydın ya? Ne hasret kalırdı ne gurbet! Gelmişsin şehre, direğin tepesine çıkmışsın, elinde bir alet elektrik veya telefon tamir ediyorsun, söylediği türküye bak!

        O sırada orta yaşlı bir adamla torunu yaşında bir delikanlı geldiler durağa. Gittikçe kalabalıklaşıyorduk ama otobüs bir türlü gelmiyordu. Belki de çok uzun bir süreden beri beklemiyordum burada, bilmiyorum. Belki de zaman sadece benim için durmuştu. Sadece ben zamanın sakız gibi uzadığını hissediyordum. Oysa benim acelem yoktu. Eve gitsem çocukların sınav kağıtlarını okuyacağım. Zor bir soru muydu yoksa sorduğum. Yok canım, ne zoru, bütün bir dönem aynı adamın aynı kitabını anlatıp durdum onlara, “kayıp zamanın” her yerinden girip çıktım. Yahu bu herifin susacağı yok… Baksana ne çok türkü biliyor. Şimdi de gelini köprüden geçiriyor hınzır. Ruh haline bak? Demin ağlatıyordu şimdi de göbek attıracak. Bu köylüler hep böyle, gittikleri yere köylerini de götürür, götürdükleri yerdeki köylerini beğenmez, çocukluklarının geçtiği köyü özler, onun peşine düşer, heybesini kilimini şehirdeki duvarına asar, zaman zaman gider bulur ama ille de şehirde kendi elleriyle yarattıkları o berbat taklit köyde yaşamayı seçerler. Sonra da gelsin hasret ve sıla türküleri, kuzu gibi melemeler buralarda direk tepelerinde.

        Yahu şu rüküş kadının taksiye verecek parası yok mu? Hadi diyelim benimki hesaplanmış bir harcama, maaşımın nereye gideceği bir ay önceden belli. Şu kadının sadece çantası ile ayakkabıları yarım maaşım eder. Neden bir taksi çevirip binmiyor ki? Belki bizim gibi otobüs beklemiyor o. Birazdan dostu gelip onu arabasıyla buradan alacak. Sahiden neden şimdiye kadar gelmedi aklıma. Neden onu da kendimizden birisi saydım? Oysa onun kılık kıyafeti belediye otobüsüne binmeye hiç uygun değil.

        Yanımda oturan kadın biraz yaklaştı bana. Belli ki bizden biraz uzakta duran işveli kadının hareketleri onun da dikkatini çekmiş. Kadını çekiştirecek…

        “Şu otobüs de gelmedi,” dedi. “Evet, Godot gibi,” dedim kestirip atmak için. İnşallah “Godot da kim?” diye sormaz! Dersten yeni çıkmışım zaten! “Ne güzel sesi var,” dedi. “Kimin?” dedim. Direğin tepesindeki işçiyi başıyla göstererek, “Şu delikanlının,” dedi gülümseyerek. “Evet, hep böyle yapıyorlar. Hep yükseklerde arıyorlar şöhreti” dedim. “Anlamadım?” dedi kadın. “İnşaatlarda, ya da direk tepelerinde…” dedim. “Evet, inşaatlarda çalışırken hep türkü söylüyorlar,” dedi. “Söylüyorlar,” dedim. “Benim torunumun sesi de çok güzel,” dedi. “Hemen bir inşaata işçi olarak gönder” diyecektim, demedim.

        O sırada hakkında bir kitap yazmakta olduğum yazar yetişti imdadıma. İnsanın yazabilmesi için parası ve kendine ait bir odası olması lazım demişti kadın. Ceplerine taş doldurup kendini suya bırakmadan önce kocasına yazdığı o yakıcı mektup yok mu… Hezeyanların gelişini görmüştü. Bir de bizim kadınlarımıza bak. Birisi sürmüş sürüştürmüş, takmış takıştırmış, bu sıcakta burada kime neyi gösterecek belli değil, öteki de torununu geleceğini köy türkülerinde arıyor. Ülke kadın demektir. Halimize bak? Yahu sen de iyice aksileştin. Ben değil, hakkında kitap yazmakta olduğum kadının sözleridir bunlar. Bir kadın olarak ülkem yok, bir kadın olarak ülkem olsun istemiyorum, bir kadın olarak dünya benim ülkem olsun istiyorum. Şu kitap da yapıştı elime. Kim ısrar etti ille de onun hakkında kitap yaz diye. İntihar etmiş bir kadının evrakı metrukesini karıştırmaktan daha can yakıcı hiçbir şey yok ama aynı zamanda hayatın temeli de… Hatıralar peşimi bırakmıyor, hayatın bir temeli varsa o da hatıralardır.

        Bu arada yanımdaki kadın durmadan konuşuyordu, sanırım hâlâ torunundan bahsediyordu. Benim okur yazar biri olduğumu anladı galiba, belki de torunun elinden tutacağımı sandı. Benim aklım şu rüküş kadında. Niye hakkında fena şeyler düşünüyorum bilmiyorum. Dün gece çevirdiğim paragraf var ya. Ne diyordu “sizler şu ana kadar sadece erkeklere ait olan evde kendinize ait odalar kazandınız.” Odalar onların ama bu ülkede henüz hiçbir kadın o odalara kendileri bir şey koyacak durumda değil. Hep bir muhtaçlık hali… Kadınlar o odaları baştan başa kendileri dekore ettikleri gün her şey değişmeye başlayacak ama nerede o günler!

        Delikanlının da işi bitmedi. Durmadan türkü söylüyor. Ben bunların hakkında bütün bu fenalıkları düşünüyorum da acaba onlar benim hakkımda ne düşünüyor? Onların pek umurunda olduğumu sanmıyorum. Buradaki herkes için yaşlı bir kadınım o kadar. Çocuklarını evlendirmiş, kocası ölmüş, evde ömrünün geri kalanını tamamlamaya çalışan binlerce yaşlı kadından biri. Oysa bir bilseler onların hakkında düşündüklerimi. Ama onlar bunu düşünmez, çünkü çoğu mutludur. Mutsuz olanlar benim gibileridir. Takıntı haline getirmişim öteden beri insanların ne düşündüğünü düşünmek. Bu yüzden de mutsuzum. Bulamıyorum çünkü çoğu zaman. Onların ne düşündüğünü kendi mantığımla bulmaya çalışıyorum, herkesin bu kadar sığ olamayacağını varsayıp her defasında kazdığım kuyunun derinliklerinde kayboluyorum, bu durum da beni hayattan koparıyor. Sonra da işte tıpkı şu anda taktığım gibi, şu kadına benzer kadınlara, zavallı insanlara takıyorum. İlle de bir meslek, bir iş, bir hayat tasarlıyorum onlar için ve her defasında… İşte hepimiz aynı dünyayı görüyoruz aslında. Peki farklı olan ne? Galiba farklı olan, gördüğümüz dünyayı farklı görmemizdir. Baktığımız yerde aynı şeyi görmememizin sebebi bu olsa gerek.

        Yanımdaki kadının konuşması amma da uzadı. Allahtan duymak istemediklerimi duymuyorum. Yoksa türküleri duymak istediğim için mi duyuyorum. Öyle olmasaydı kadının dırdırından çoktan fenalık gelmişti bana.

        Türkü aniden sustu. Yandaki inşaattan gelen sesler de. Arabaların gürültüsü de. Kadının konuşması da. Tek bir ses kapladı her yeri. Tok, dolu dolu bir ses. Çok yüksekten, bir kum torbası bütün ağırlığıyla yola düşmüş de o sesi çıkarmış gibi. Ses önce yola yayıldı, sonra hassas kulağıma ulaştı. Bir de baktım ki, kenarından çamur akan boş yolda, adeta asfalta yapışmış gibi bir insan… Kafamı kaldırdım direğin tepesinde türkü söyleyen adam yoktu. Çamur içindeki yola baktım aynı adam çamurun içinde yatıyordu. Sesle birlikte herkes aynı yere baktı, ben de… Çamura ince bir kan karışmaya başladı. Aynı anda duraktaki her şey donmuş gibi geldi bana. Sadece tek bir kişi hareket ediyordu. Olan biten her şey ağır çekim bir film sahnesi gibiydi. Orada, imdada koşmayacak tek bir kişi varsa o da o rüküş kadındı ama şimdi koşan sadece oydu. Kadın hızlıca direkten düşmüş olan adamın yanına vardı, çamurun içine oturdu, kanayan başını kaldırdı, zar zor inleyen işçiyi kendine çekerek kucağına aldı, acı çeken çocuğunu avutan şefkatli bir anne gibi ona mırıl mırıl bir şeyler söylemeye başladı. Bir yandan da telaşlı gözlerle etrafına bakıyordu çaresiz... Hepimizin yardımına koşmamızı bekliyordu ama sanki hepimiz donmuştuk, “ambulans, ambulans” diyordu bir yandan da. Kadının ve kucağındaki yaralı işçinin yanına galiba ilk ben vardım. Başına dikildim, içimden geçen ilk şey, kadına yardım etmek yerine, deminden beri hakkında çok fena şeyler düşündüğüm için ondan özür dilemek oldu. Kendi kendime defalarca, sessizce özür diledim içimden. Ben içimden özür diledikçe kadın, delikanlı bayılmasın diye ona bir şeyler anlatıp duruyordu.

        Şimdi kan revan içindeki yaralı adam kadının kucağındaydı. Başından sızan kan, kadının her yerine bulaşmıştı. Adam nefes alıyor muydu bilmiyorum ama kadın onu yaşatmak için durmadan nefes tüketiyordu.

        Tam bu sırada otobüs geldi.

        (Bu hikâye Mina Urgan’ın “Bir Dinozorun Anıları” kitabında anlattığı küçük bir anekdottan ilhamla yazıldı.)