Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Murat Bardakçı Atatürk'ün kızkardeşi Makbule Hanım'ın gizli kalmış hatıralarından elem, hüzün ve ibret sahneleri!

        Bugün, Atatürk’ün vefatının tam 85. yıldönümü...

        Dün, bu yıldönümü münasebeti ile Atatürk’ün en yakını olan kişinin şimdiye kadar gizli kalmış hatıralarından çok önemli bazı bölümleri yayınlayacağımı yazmıştım...

        Bahsettiğim hatıralar Atatürk’ün kızkardeşi Makbule Hanım’a aittir, senelerdir bir arşivde muhafaza edilmektedir ama hiç yayınlanmamış ve üzerinde hiçbir çalışma yapılmamıştır!

        Bugün, bu hatıralardan kısa bir bölümü yayınlıyorum!

        Doğum tarihi olarak kaynaklarda 1885 ile 1889 arasında değişik seneler verilen, Ankara’da bulunan kabrindeki mezartaşında ise 1892 yazan Makbule Hanım ağabeyi Mustafa Kemal gibi Selânik’te doğmuş, Balkan Harbi’nin ardından annesi ve bazı akrabaları ile beraber İstanbul’a göçetmiş, o senelerde Mustafa Lütfi isimli bir askerle evlenmiş, kocası sonraki yıllarda askerlikten ayrılmış, ismini değiştirip “Mustafa Mecdi” yapmış, işadamı olmuş ve “Boysan” soyadını almıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın artık “Makbule Boysan” olan ve devlet katında “Büyük Hanım” diye bilinen kızkardeşi 1930’da ağabeyinin talimatı ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’na girecek, Çankaya Köşkü’nün yakınında inşa edilen Camlı Köşk’te yaşayacak, 1946’da kocasından boşanıp “Atadan” soyadını alacak ve hayata 1956’da Ankara’da veda edecekti...

        Makbule Hanım ağabeyinin vefatından sonra gazetecilere birkaç defa konuştu. 1953’te bir gazetede dört ay devam eden ve Mustafa Kemal’i gençlik senelerine kadar anlatan fakat bir başkası tarafından yazıldığı hemen farkedilen bir hatırat yayınlandı; 1955’te Şemsi Belli’nin Makbule Hanım ile hastahanede yattığı sırada yaptığı, yine bir gazetede iki hafta boyunca çıkan ve onunla yapılmış tek mülâkat olan dizi neşredildi.

        Burada sözünü ettiğim hatıralar ise yayınlanmadı, hep saklı kaldı!

        BİRKAÇ HAFTA SABREDİN LÜTFEN...

        Makbule Hanım, nesiller önceki aile büyüklerinden başlayarak ağabeyinin vefatının birkaç sene sonrasına kadar yaşadıklarını anlattığı, tamamı eski harflerle 260 sahife olan bu hatıralarını 1947 ilkbaharında gittiği Niğde’deki Çiftehan kaplıcalarında iki yakın dostuna dikte ettirmiş, metnin sonuna babası Ali Rıza Efendi ile annesi Zübeyde Hanım’a ait birkaç adet şecereyi, yani soyağacını da koymuştu...

        Hatıralar senelerden buyana bir arşivde muhafaza ediliyor ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın akrabasının, yani kızkardeşinin yazdıkları, şimdi bu yayınla ilk defa günışığına çıkıyor!

        Makbule Hanım’ın çeşitli arşivlerde bulunan mektuplarını, ağabeyi Mustafa Kemal ile yazışmalarını, diğer evrakını ve kocası Mustafa Mecdi Bey’in yazdıklarını, Cumhuriyet tarihimiz bakımından son derece önemli olan bu hatıralarının tamamı ile beraber önümüzdeki haftalarda kitap olarak yayınlayacağım. Bugün sadece birkaç sayfasını neşrettiğim hatıraların nerede bulunduğunu bu yüzden yazmıyor ve meraklıların sadece birkaç hafta sabretmelerini rica ediyorum...

        ELEM, IZTIRAP VE KIRIK BİR KALP...

        Aşağıda yeralan metinde çaresiz bir hastalığın çok sevdiği ağabeyini hayattan alıp götüreceğini farkeden bir kızkardeşin çektiği büyük elem ve dayanılmaz ıztırap vardır. Bu kızkardeş ağabeyinin vefatından sonra kendisinin bir tarafa atıldığını düşünmektedir; yalnızdır, kalbi yaralıdır, bir zamanlar etrafında pervane gibi dönenlerin yüzlerini çevirdiklerini gördüğü için kırgındır, hiddetlidir, üstelik maddî sıkıntıya düşmüştür!

        Şimdi bir hususa dikkat çekmem gerekiyor:

        Makbule Hanım ağabeyinin sağlığında olduğu gibi, onun vefatının ardından da İsmet Paşa’ya her şekilde muhaliftir ve daha da tuhafı, Atatürk’ün yakını olan diğer bazı kişileri hatıralarında oldukça sert eleştirmekte, hattâ ağır şekilde suçlamaktadır...

        Burada hem Makbule Hanım’a, hem de sözünü ettiği kişilere hürmeten, haklarında sert ifadeler kullandığı şahısların isimlerini yazmadım ve parantez içerisinde noktalarla, (.....) şeklinde gösterdim. Okuyamadığım kelimeleri ardarda noktalar ile, okunmasında şüphe ettiğim kelimeleri de hemen sonlarına parantez içerisinde soru işareti koyarak işaret ettim...

        Makbule Hanım’ın anlattıklarının bazı yerlerini abartılı bulabilir yahut suçlamalarının gereğinden fazla ağır olduğunu düşünebilirsiniz...

        Ama, unutmayalım: Bütün bu ifadeler ve iddialar Mustafa Kemal’in “en yakını”na, yani kızkardeşine aittir ve dolayısı ile söyledikleri Cumhuriyet tarihimiz bakımından her bakımdan önemlidir.

        Artık, Makbule Hanım’ın derin bir hüzün ile işlenmiş hatıralarına geçebiliriz:

        DOLMABAHÇE’DE AZAP DOLU GÜNLER...

        * ...Ağabeyimle hususi görüşmelerimize de mâni olmak için birçok yalanlar tanzim etmişlerdi ve birçok kişiler de bunlarla hemfikir idiler.

        (.....) saraya girdikten sonra ağabeyimle başbaşa kalmak ve millî ıztırapları olduğu gibi kendisine anlatmak fırsatı verilmemiştir. Hattâ, Atatürk beni yatakta hasta hâlinde “Otur, sıkılıyorum, konuşacağım” dediği halde biz konuşurken hemen içeriye, (.....) Bey’e haber çekiyordu. “Birçok evraklar getirdim mühürlenecek ve mahrem görüşülecek Atatürk’ü tenha bulmak isterim” diyordu.

        ...çok defa bu tekliflerle beni Atatürk’le başbaşa kalmaklığımıza mâni oluyorlardı.

        Bu böyle iken ölüm hâlinde yatan ağabeyime candan bakanı olsa idi canım yanmazdı. Herhangi zaman ilâç arasa yerinde yoktur, herhangi zaman su istese yerinde yoktur.

        Bu hâli gören ben kardeşi, tahammülsüz bir halde telefon başına geçerek Neşet Ömer’i telefon başına çağırdım.

        - “Doktor bey, anneme Atatürk’ten çok güzel bakıldı. Niçin lâkayıt geçiyorsunuz, yazık değil mi Atatürk’e? Bir kenara bir masa koyun, suyunu ilâcını bir kenara toplasın, aradığı zaman hemen versinler, üzmesinler” dedim.

        Neşet Ömer (.....) ile birleşmişler, bana tuzaklar hazırlamışlar. Bir de ne bakayım, Atatürk’e beni çekiştirmişler. “Bize hakaret ediyor, size bakamıyormuşuz” demişler. Hemen ağabeyim “Kardeşim üzülmeyin, bana iyi bakıyorlar, üzülmeyin siz dedi”. Ben de “Ağabeyciğim tahammül edemiyorum, size iyi bakmıyorlar, hakikaten annem daha iyi bakıldı” [dedim]. Ağabeyim beni teselli etmeye çalışıyordu. Bitkin hâli ile: “Üzülme kardeşim, bana da iyi bakarlar, üzülme kardeşim, bana da iyi bakarlar”...

        Birgün “Çağırın hemşiremi, ben çok iyiyim, kendisiyle konuşmak istiyorum” diyor. Beni çağırmıyorlar, “Yoktur, sokaktadır, geziyor eğleniyor” diyorlar.

        Atatürk “İsyan edeceğim, çağırın hemşiremi” diyor.

        Haber veriyorlar, gittim.

        Muayede salonunda beri taraf bana tahsis edilmişti, diğer harem kısmında da Atatürk bulunuyordu. Bulunduğu tarafa geçtim, huzuruna girdim.

        - “Gel kardeşim, gel ben üzüm rejimine giriyorum. Doktor söyledi”.

        Çilek renginde yine yorganlar altında oturmuş kirpikleri yarım parmak uzamış, arasından bakan mavi gözlerle karşılaştım.

        - “Ne yapıyorsun Paşam?”.

        - “Yemek yiyorum”.

        Bir küçük masa tabağı içinde nohutlu yahni, pirinç pilâvı, makarna nazar-ı dikkatimi celbetti. Ağabeyime:

        - “Hiç nohutlu yahniyi sizin gibi hasta yiyebilir mi?”

        - “Tabii, bana doktor verdi, Neşet Ömer Bey verdi” dedi.

        - “Paşacığım, böyle bir nohutlu yahniyi benim midem bunu hazmetmez, sizin mideniz buna nasıl tahammül edecek?” dedim.

        En kolay ..... yemek bu imiş.

        - “Neşet Ömer söyledi, üzülme”.

        Sükût etmeye mecburdum, sustum.

        - “ Kardeşim, şimdi ben üzüm rejimine giriyorum. Bana bir küfe üzüm gönderdiler, suyunu sıkıp sıkıp her gün üzüm suyu içeceğim, çabuk iyileşeceğim. Getirin o üzüm küfesini bakayım”.

        Üzüm küfesi geldi.

        - Bu mudur gelen üzüm? Küfe dedikleri bu mudur? Hani bunun üzümü nerede?”.

        Küfeyi salladılar, dibinde bir okka üzüm ya var, ya yok.

        - “Hâ... Öyle ise haydi bana yapın üzüm suyu”.

        Üzüm suyu sıkıldı, bardağının dibinde bir buçuk parmak üzüm suyu geldi.

        - “Verin, içeyim”.

        İçti, “Yatırın yatayım”. Yatırdılar, yattı.

        * ...Vücudu dehşetli ağırlaştı. Suyu pek fazla oldu. Buna çok üzülüyordum. Artık oynatılacak hâli de kalmamıştı. Müthiş acı hissediyordum. Bu acı ile Kemal Bey’in evine gittim. Hakiki durumunu sordum. Bana açık açık söyledi. İkinci defa suyunu almak üzere idiler. “Bu suyu da alınca tahammül edemez, muhakkak ölür” demişti. Tahammülsüz bir halde evlerinden çıktım. Figanıma kimseler dayanamadı.

        O suyu da aldılar, ölmedi. Bünyesi ve kalbi sağlam olduğu için tahammül etti. Fakat 18 gün uykudan evvel, birinci komaya girmeden evvel çok düşkün bir hâle gelmişti. Takati kalmamıştı. Elinden tutup kaldırıldıkça çok ıztırap çekiyor ve üzülüyordu. Kolları, parmakları çok zayıflamıştı. Kaldıranlar da hastabakıcı olmadığı için onun hâlinden pek anlamazlar idi. Birgün bu hal üzerine beni çağırmadan içeriye girdim.

        Gökyüzünden(?) gelmiş gibi beni karşıladı.

        - “Gel kardeşim, bak hâlime”. İki elini kaldırdı ve bana gösterdi. “Bak hâlime, nezaket(?) kurbanı oldum, nezaket kurbanı oldum” dedi. Hemen teselliye başladım. “Korkma kardeşim kurtulacaksın, yeneceksin” dedim. Bundan Atatürk’e büyük bir cesaret ve emniyet geldi. Kuvve-i maneviyesi yükseldi.

        - “Yine geleceğim kardeşim, yine geleceğim kardeşim. Yeneceksin kardeşim, yeneceksin daha beterleri var, inşallah iyi olacaksın”.

        Artık bu takatsizliği çok sürmedi. Kendine geldiği gün bir kanama geldi. Bu kanamayı da bana bildirmediler. Epeyce rahatsızlık olmuş, fakat Atatürk’ün kapıları kilitli idi, kendisini göremiyordum. Kendisi de koma hâlinde idi. Sabiha Gökçen yattığı odanın bitişiğindeki çıkma balkondan içerisini görüyormuş, bana da gizlice haber verdi. Derhal bir gece karanlığında oradan sarkarak Atatürk’ün uzaktan hâlini görebildik. Gece idi, herkes öleceğini zannediyordu. Odasına giren “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diyor ve sıralanıyorlardı. Dîvan durarak duvara beş altı kişi sıralandı. Birisi Şükrü Kaya’ya benziyordu. Diğerlerini tanıyamadım. Gözlerim kararmıştı. Ben ve Sabiha bayıldık. Beyler -Hasan Rıza- bu hâli görünce o pencerenin perdesini indirdiler. Bir daha içerisini buradan da göremez olduk.

        Üç gün ne olduğunu bilemiyoruz. Yalnız o gece çok çırpındığını, iki kişi üstüne yüklenerek tutmaya çalışırlardı. Bu tazyike tahammül edemeyen karyola kırılmış, hemen değiştirmişler. Komadan sonra gözünü açan Atatürk “Niçin bu karyolayı değiştirdiniz? Ben kaç gün burada yattım?” diye sormuş. Çocuklara doktorlar öğretmişler, “Dört buçuk-beş saat kadar uyudunuz” demişler. “Benimle oynar mısınız? Bana gazeteleri getirin göreyim, size kaç gün uyuduğumu söyleyeyim” demiş. Yalanları mucibince eski gazeteleri getiriyorlar.

        - “Bu karyola niçin değişti, altıma bu münasebetsiz eşyaları neden koydunuz? Derhal karyola yerine gelecek”, demiş. Esasen karyola da bu müddet zarfında tamir edilmiş olduğundan hemen yerine geldi. Bu koma hâlinde idi, bu hal iki gün devam etti.

        Üçüncü gün kendine bir sıkıntı gelmiş, iki kolunu atarak çırpınıyordu. Titreme geçti. Nereye elini vuruyorsa birer köşe yastığı konuyordu. dördüncü günü “Diiil, diiil, diiil” diye diye bir bağırma çıkardı. Doktorlar şaşırdı. Neşet Ömer “Şimdiye kadar Atatürk’e baktım, artık tahammülüm kalmadı” dedi. Birçok doktor birden gittiler.

        Atatürk’ü bu hâlinde arkası üstü yatırıldığını görebildim. Akil Muhtar Bey’i yakaladım. Ellerini öptüm, yalvardım, “Ağabeyimin arkası üstü çok rahatsız olduğunu görüyorum, acaba azıcık yana çevirebilir misiniz?” dedim.

        - “Ben de onun farkındayım kızım, derhal yapacağım” dedi ve gitti, çevirdi.

        Mim Kemal Bey son hizmetlerinde kimseye bırakmadı, fakat parmaklarını kaybettiği için damarlarını çok güçlükle bulabildi. Neşet Ömer o sırada hiç yardım etmedi. Bu hâle koyduktan sonra ölecek diye elini çekti. Ne zaman iğneleri Mim Kemal damarına batırdı, Atatürk’ün sadâsı “Aman, aman” göklere kadar çıkıyordu. Fakat kendinde değildi. Ben de kardeş yüreği, bu acıları duyar diye zannediyor, bu sadâlarına baygınlıklar geçiriyordum. Saray tavanları çok yüksek olduğu için aks-i sadâ çok müthiş oluyordu.

        Artık doktorlar ümitsiz bir halde ellerini çektiler, bakalım ne olacak dediler. Başına üç nöbetçi adam, biri Mehmet, biri Rıdvan, hizmetçinin birini koydular ve istirahate çekildiler.

        Dördüncü gün nihayetinde gözlerini açtı, “Ne oturuyorsunuz?” diye sordu. ...Karyola yerine konduktan sonra orayı temizletti. Halıların yerlerini değiştirtti. Ondan sonra “Çağırın gelsin kardeşim, gelsin odamı temizledim, görsün” demişler. Derhal haber geldi koşarak gittim.

        ­- “Gel kardeşim bak, temizlik yaptırdım, halının yerini değiştirttim, sandalyenin yerini değiştirttim, ben yapmadım, yaptırttım”.

        Bunu sevinçle anlatıyordu:

        - “Kardeşim ben yapmadım, yaptırttım”.

        Bu hal karşısında sevinç yaşları döktüm. Ağabeyciğime:

        - “Biz sizin odanıza gelemedik, bizi menettiler fakat iyi ki haber etmişsiniz. Bak, iyi uyursunuz, sizi ne kadar iyi bulduk”.

        - “Evet kardeşim, beni de görüşmekten doktorlar menettiler”.

        Kendisi dört günlük komadan haberi yok. Artık bizi duyan kimseler, sevinç hediyeleri vermeler... Kendisine hiçbir şey de duyurmadık. 18 gün zarfında sevincinden artık ölmeyeceğini zannederek Bay Celâl Bayar’a dağlarda ev istedi. Kendi vaziyeti bence malûm idi. Gözyaşlarımı dindirecek ve bana ümit verecek bir şey kalmamıştı. Fakat kendisini teskin etmek için ağabeyciğime “Dağlarda yaptıracağın ev çok rutubetli olmasın, çok güneşli olsun, akarsuyunu unutma, sana elimle sütlü börekler, muhallebiler yapacağım” dedim.

        Sevinerek:

        - “Yapacak mısın kardeşim, yapacak mısın kardeşim?”.

        - “Yapacağım ağabeyciğim”.

        - “Çağırın Celâl Bayar’ı buraya”.

        Bu sözlerim kendisine bir mevzu olmuştu. 18 gün yaşadı ve bu 18 günde dünya bizim olmuştu. Meğer biz de aldanmışız.

        Celâl Bayar, Atatürk’e emirleri vechiyle dağda ev yaptırmak için projelerini anlatarak Atatürk’ü avundurmaya çalışıyordu.

        * ...Metanetimi muhafaza ettim. doktorların beni uzaklaştırmalarından korkuyordum. Ertesi günü kilit altında yaşayan kardeşimin kapı kilitleri açılarak arkalarına kadar dayanmıştı. Saray ortasında geniş salon ortasında Neşet Ömer’le karşılaştım. “Hanımefendi, odaya mı giriyorsun?” dedi. Anladım ki artık ihtiyat kalkmış. Gözlerine hayretle ve mânidar bakarak “Evet doktor bey, Atatürk’ün odasına gidiyorum” dedim ve vaziyeti anladım.

        ­- “Haydi git, haydi git”.

        İşi anladım. Dokuza yirmi dakika kala huzuruna girmiştim. Nihat Reşat, Atatürk’ün sol tarafına oturmuş bir lâstik tulum içinde Atatürk’e su içiriyordu. Konuştum:

        - “Atatürk niçin göğsünden nefes alıyor?”.

        - “Ağırcadır efendim”.

        - “İyi olacak mı doktor bey?”.

        - “Tabii efendim iyi olacak”.

        - “Uyanacak mı ağabeyim?”.

        - “Elbet efendim. Geçen defa nasıl uyandı. yine uyanacak”.

        Ben de karyolanın sol tarafına diz çöktüm. Gözyaşlarım yerlere akarak, başımı gözümü kimseye göstermeyerek gözyaşlarımı çeşmeler gibi döktüm. Onlar kendi vazifelerine -Doktor Nihat Reşat ve bir hizmetçi- bakarken ben de burada Atatürk ile konuşmaya başladım:

        - “Ağabeyciğim, nedir bu uykun, üç gündür gözlerini derin uykulardan açamıyorsun, mavi gözlerine hasret kaldım. Mahşere mi kaldı görüşmemiz, bir daha mavi gözlerini göremeyecek miyim? Bana hakkını helâl et, ben hakkımı helâl ettim” dedim.

        Tam o sırada sağ gözünü açtı.

        - “Doktor bey, hani ağabeyimin baygın olduğunu söylemiştiniz, ben konuşunca bak gözünü açtı” dedim.

        - “Vallahi baygındır hanımefendiciğim”, dedi.

        - “Aman deme doktor bey, bana gücenecek, çok çirkin konuştum, helâlleştim Atatürkle. Atatürk uyanıyor. Ben ne yüzle bakacağım Atatürk’e?”.

        - “Vallahi baygındır hanımefendi, merak etme”.

        Saat dokuza sekiz dakika kalmıştı. Hemen Kılıç Ali içeri girdi. “Aman hanımefendi, çok ağladınız, biraz dışarı buyurun” dedi. Elimden tutarak dışarı çıkardı. Her zamanki plânları üzerine.

        Bütün mevcut olan doktorlar dışarıda hazırlanmışlar, hep birden içeri girdiler. Nihat Reşat “Üzülme, ağlama hanımefendiciğim. Şimdi hergünkü gibi doktorlar toplanarak konsültasyon yapacağız, ne lâzımsa iyi olması için yapacağız, üzülmeyiniz” demişti. Biraz evvel doktorlar da hemen içeri girdiler. Hepsi Atatürk’ün karşısına sıralandılar, ben de dışarıda yumruklarımı başıma vuruyordum. “Bakalım ağabeyime ne olacak?” diyordum.

        Hizmete bakan sofracı Kâmil anlattı: Atatürk iki gözünü açmış, bütün mevcut olan dotorların ve odada bulunan şahısların yüzlerine bakıyor... Ayrı ayrı dikkatle bakmış. Hepsi de kollarını bağlayarak ihtiram vaziyeti almışlar ve ..... bir halde durmuşlar... Atatürk bu bakıştan sonra kendi kendine iki ellerini göğsüne kavuşturarak ufak bir hırıltı ile ruhunu teslim eder.

        ...Kimse kimse bir şey söyleyemiyordu. Tekrar odaya girdim. Âh, bir de ne bakayım, Atatürk’ün yüzüne bir tülbent germişler. Âh ne o mavi gözler kalmış, ne o ..... bakan kalmış, ne o güzel dudaklar kalmış. Artık o .....ri gözüm göremedi. Bu defa karyolanın sağ tarafına oturan ayaklarına sarıldım. Başyaver Celâl Bey geldi: “Haydi hanımefendiciğim. Fazla ağlama, kalk”.

        - “Sizin şimdiye kadar emriniz geçerdi, fakat maalesef artık emir, müsaade geçti. Artık rica ederim beni serbest bırakın, kardeşimin doya doya ayağını öpeyim”.

        O gidip arkadan Kılıç Ali’yi göndermiş, onu da dinlemedim. Arkadan kocamı getirdiler. “Makbuş yeter, hasta olacaksın, bir hal olacak, yeter, ağlama”.

        - “Mustafa Beyciğim, sen ana, baba, kardeş kaybetmedin mi? Ölümle ayrılan kardeşimin bırakın ayağı dibinde ağlayayım”, dedim. O da başladı ayaklarını öpmeye, dizlerini okşamaya. ...Ben kendi odama gittim. Sarayın harem tarafı zabitanla dolmuştu. Üniformalı, gerek paşalar, gerek zabitan dört kişi başucunda, ayağında nöbet beklediler, birer saat.

        Nöbetçi zabitlerden birisi teessüründen düşmüş bayılmış. Bayılan, tahkikatta Atatürk’ün üzerindeki yorganının harekete geldiğini görerek bayıldığını söylemiştir. Neşet Ömer Bey de “Belki fare geçti” demiştir.

        Beni artık ayıla bayıla kocamın eliyle Atatürk’ün dairesine bir odada istirahate çekiyorlar. Eter şişeleriyle tedaviye başladılar...

        AĞABEYİNİN VEFATINDAN SONRA...

        * ...Bir yandan (.....)’ın anneannesi çaldıkları eşyalarımızdan bugüne kadar kaçıramadıklarını avcı tazıları gibi kaçırmak derdine düştüler. Kanepeler altını, koltuklar arkasını ve salondan sakladıkları eşyaları kaçırmak derdine düştüler. Hizmetçi kıza emir verdiler: “Çabuk durma, şimdi bizi buradan kaldıracaklar eşyaları kaldırın”.

        ...Bu sözlere hizmetçi Zeynep isyan etti. “Allahtan korkun alçaklar. Utanmaz mısınız? Daha henüz yüzüne tülbent örtüldü, daha teni soğumadı. Ne alçak insansınız, (.....), alçak (.....), namussuz, hırsız, merhametsiz (.....), doymadın mı hırsızlığa? Şimdiye kadar çaldıklarınız yetmez mi? Sen Atatürk'ün hâline ağlamayacaksan bari bırak da ben ağlayayım”.

        Bu kızı sırları meydana çıkmaması için çok iyi muhafaza ettiler. Kız kaçtı, yanlarında oturmak istemedi, tekrar ne yaptı, yaptılar, tekrar getirdiler ve bir şoförle evlendirdiler ki kızı sırları muhafaza için büyük dostluk gösterdiler, çeyiz verdiler. El’an tarassutları altındadır. Benim zevcim Mustafa Bey de “Bu kızda çok sır vardır, bunu biz alalım” dedi, çok para sarfetmek de istedik fakat mümkün olamadı.

        * ...Atatürk’ün ölümü günü akşamı odalarımıza çekildiğimiz sırada emir verilmiş, “(.....)’yı, (.....)’yı alın, selâmlık tarafına geçirin” demişler. Onlar isyan ettiler, bayıldılar, ayıldılar, “Biz saltanata, saadete alıştık buradan nasıl çıkalım?” diye feryada başladılar. Çıkmalarının emrine rağmen o gece emir hilâfına yattılar. Ben de kendi odama çekilip göz yaşlarımı dökerek yatağıma girip ..... yaptım.

        * ...Birkaç gün sonra, bu ateşli dakikalarımda (.....) gelir gelmez, eskisi gibi metanetimi muhafaza ederek gözlerine baktım, acaba ne okutacak... “Efendim, Atatürk’ü şimdi yıkayacaklar”. “Yaaa, öyle mi?” dedim, kendimden geçtim. Fakat senelerden beri bize rahat yüzü göstermeyen bu hain adama karşı metin olmaklığım icap ediyordu. Üsküplü (.....) neler etti bize. İskemle üzerinde oturup arzuhal yazan adamın oğlu bize neler etti, neler etti.

        * ...Birinci gün öyle geçti. Ertesi günü İsmail Hakkı Bey ağabeyimin yüzünü göstermedi. Kendisine külliyetli, karısına külliyetli mal bırakan kardeşim, şimdi tek bir kızkardeşi haşin muamele görüyor. Teselli değil, haşin bir muameleye lâyık görüyordu. “Reisicumhur Mustafa Kemal öldü, yaşasın yeni Cumhurreisi” diyorlar. Tarih tekerrür ediyordu. Fakat kimsesiz ben bu hâle sokulmamalıydım.

        * ...Nihayet Reşat Bey (Doktor Nihat Reşat Belger) “Hanımefendi büyük bir kardeş kaybettin. Cenaze merasiminde yukarıdan aşağıya kadar siyahlar giyin ve bir tül asın” dedi. Ben de “Bu dinimizde yoktur, nasıl olur?” dedim. “Mısır eşrafları her zaman ölülerine böyle yaparlar” dedi. Bunu bir kere ağabeyimin yerine koyduğum İsmet İnönü’ne sormak istedim. Ankara’da İsmet İnönü’nün hanımına sordum. Nihat Reşat’ın sözlerini tekrarladım. “Bir kere lütfen İsmet Paşa Hazretleri’ne sorun” dedim. Hanımefendi ricalarımı tekrarladı. Çok sert ve müdhiş bir seda ile cevap verdi: “Bana ne soruyor, ne mecburiyetim var, ne bileyim öyle şeyi, ben böyle şeyi bilmiyorum”. Beynimden vurulmuşa döndüm. Bu kadar değildir. Daha ağır ve uzun söyledi, fakat şimdi toplayamıyorum. Sonra anladım ki bana kardeşlik edebilecek kimse yok. Bir kerre daha yalnızlığımı, kimsesizliğimi duydum, çok mahzun oldum.

        * ...Zevcimden ayrı düşmekliğim hasebiyle Dörtyol’da ağabeyimden kalan bir bahçenin tapusu da elimde olduğu halde sıhhî durumum dolayısıyla orada oturmak mecburiyetinde idim. Oraya gittim. Emir vermişler, “Sakın ha kapıyı açmayınız, çıkartması güçtür”. Bu evi bilmediğim için elimdeki tapuya güvenerek sıhhî ihtiyacım dolayısıyla oraya geçmiş bulundum. Bana mahkeme açtılar. Tapu iptal davası. Bir buçuk senedir devam etmektedir. Komşu ve kira evlerinde kaldım. Para ile portakal yedim, süründüm. Perişan oldum. Kimseler kapımı açmadı. “Sen kimsin?” diyen olmadı. Hizmetçi herifler gözlerimin önünde bahçemden çuval çuval portakalları çalarak satmaya götürdüler.

        * ...Cenaze merasimine iştirak etmek için bir davet bekledim, hiçbir ses çıkmadı. Zevcim Mustafa (eşi Mustafa Boysan) ile düşündük. Cenaze meclis önünde duruyordu. O gün de kaldırılacaktı. “Gidelim meclis önüne, bakalım ne olacağız; nasıl bir muamele ile karşılaşacağız” diye düşündük. Zevcim Mustafa Bey ile meclis önüne gittik. Bizimle alâkadar olan kimseler çıkmadı. Kimse alâka göstermedi. Arka kapılardan yol bularak meclis binasından geçtik. Meclis bahçesine geldik. Atatürk’ün cenaze masasına yaklaştık. Öyle bir melûl mahzun bir halde idim ki, acılarımın hangisini söyleyeyim? Yüzümüze bakan yok, kimsin diyen yok. Karşımızda yıkılmış koca koca bir kudret ve kuvvet, canciğer kardeşimdi. Dünyalara sığmayan canciğer kardeşimdi şu yatan dar yerde. Gözyaşlarımızla o derin mahzuniyetle birkaç saat böylece ayakta olarak seyredelim. “Hanım bekle, birşey olacak” diyen zevcimle beraber bekledik. Fakat içimizdeki mahzuniyet ve gözümüzden akan yaşların teessürleri bugün bile gözlerimizi yaşartmaktadır.

        * ...Eve geldik. İlk iş olarak otomobilimizi hemen aldılar. Hizmetçilerimizi aldılar. Kapıya süngüsü takılmış bir nefer koydular. Sağa sola kıpırdanacak hiçbir serbest vaziyet bırakmadılar. Ne olduğumuzu şaşırdık, ateşçimiz gitti, vekilharcımız gitti, şoförümüz Arap Kadri bizim adamımız zannediyorduk, o tarafa geçti. Elimizde Atatürk’ün ilk neferi olan Şakir Koşar adındaki bir neferle bir Arap kızı kaldı. Bunları alırken de hiçbir nezaket kaidesine riayete dahi lüzum görmeden ve bize malûmat verilmeden doğrudan doğruya eşhâsa haber ve emir göndererek eşhâsı geri aldıklarını gördük. Duvarsız olan evimizin bütün etrafında iki camlı olan duvarlar arasında itina ile Atatürk’ün emriyle yetiştirilen çiçekler, akvaryumlarda itina ile bakılan balıklar, işçiler alınınca birdenbire söndü kaldı. Efendim, o bahçıvan İsmet İnönü’ne odacı olarak lâzım olmuş, gitti, yine üç gün sonra bir genç bahçıvan gönderdiler. Fakat hemen arkasından askerliği geldiğinden gönderildi. Başka bir bahçıvan geldi, o gün geri aldılar. Sorduk, cevaben “Efendim adamlarımız azdır, bize lâzımdır, onun için almaya mecburuz” dediler. Şoförler de şoförlüğe lazımmış. Bu suretle hepsine birer hizmet buldular ve aldılar. Elimizde Şakir ile Arap kızı kaldı. Şakir de döndü, biraz geçti Şakir’i de başka yere aldılar.

        * ...Bir gece geç vakit İsmet İnönü teşrif ettiler.

        - “Nasılsın? İyi misin?”.

        - “Teşekkür ederim” dedim. İki el ile sarıldım, ellerini öptüm. Hiç yadırgamadım.

        - “Efendim, senin İstanbul’da evin yoktur, çiftliğinize gider oturursun” dedi.

        - “Aman Paşacığım, ben bu muztarip hâlimle çiftliğe nasıl kapanıp oturabilirim?”.

        - “Haydi, haydi, ben senin çiftliğini bilirim, çok güzeldir. Ben çiftliğe davet yaptığın zaman gelmiştim, güzeldir. Oturursun o çiftlikte sen”.

        Bir taraftan da İstanbul Valiliği’ne acele emir verilmiş, “Durma, çabuk Atatürk’ün evini müze yap”. Vali’nin de iki ayağını bir papuca konulmuş.

        - “Efendim senin otomobilini hükümet aldı, şehre yaya gideceksin, git”.

        - “Aman Paşacığım ben sakat insanım, nasıl yaya giderim?”.

        - “Gidersin”.

        Baktım ki anlaşmanın imkanı yok.

        * ...Biz bu süngü takmış neferin karşısında ve sivil polisler karşısında ancak dört ay oturabildik. İstanbul’a çekilmeye mecbur olduk. Zevcim Mustafa Bey şeker hastalığına tutulmuştu. Burada yapamıyorduk. İstanbul’a gittik. Burada ev bulmak mesele. Düştük mü sokaklara... İşte o zaman Lütfi Kırdar sokak sokak bizimle beraber bize ev aramaya mecbur oldu. Dilek Apartmanı’nı bulduk, geçtik, oturduk.

        Yapmış olduğu rollerle iftihar eden (.....) gelmiştir. Benim hâlimi görsün, işte o zaman haşladım:

        - “İftihar ediyor musun, zevk alıyor musun bizi bu halde görmeye?”.

        ...Merhamet kalbinde bulunmayan adam neden müteessir olur? Hiç.

        ...Evimize geçtik, Dilek Apartmanı’nda oturuyoruz. Gözyaşlarımı dindiremiyorum. Her gün Yakacık (?) dağlarında ağaç altlarında gözyaşı döküyorum. Bir sene mütemadiyen böyle gözyaşı döktüm. Kimselere gözükmedim. Bir taraftan da zevcim mirasıma sahip olmak için tapuları almaya çalışıyordu. Fakat bir türlü tapularımız verilmiyordu.

        Her tarafa emir verilmiş: “Kat’iyyen tapu verilmesin”. Mustafa Bey buna rağmen büyük gayretler sarfederek birkaç tapu alarak geldi ve kanunî haklarımız kısmen olsun alınabildi.

        * ...İsmet İnönü’ne, Çankaya’ya telefon açtım. “Ben geldim”. “Hoş geldiniz”. “Kabul ederseniz ziyaretinize geleyim”. “İki gün sonra saat 4’te buyurun” dedi.

        Otomobil gönderdiler, aldığımız hediyeler ile ...gittik. Ailesi, validesi çıkıp beni karşıladılar. Yarım saat oturdum, müsaadelerini istedim, kalkacağım.

        Hanımefendi sordular:

        - “Asansörle mi ineceksiniz, merdivenden mi?”.

        - “Dizlerimden çok müşkül vaziyetteyim, her halde asansörle insem iyi olur”.

        Asansörle inerken asansör içinde “Hanımefendiciğim, emrinize bir otomobil verilmiş” dedi İnönü’nün hanımı. “Paşa ile bakalım efendim, işi yoksa sizi görüştüreyim”.

        Aşağı kata dâhil olduk. Paşa’yı bir yuvarlak masa başında oyun oynarken gördüm. Serbest serbest Paşa’nın odasına girdik. Ayağa kalktı Paşa. Elini aldım, öpeyim. Elini öptürdü -halbuki Atatürk sağ iken o benim elimi öpüyordu- ve beni geze geze oda kapısından dışarı çıkarttı. Odada oturtturmadı. Oda kapısı dışında ve ayakta Mustafa Bey’in hatırını sordu. Benim hatırımı sordu. Teşekkürle muamele ettim, “İyiyiz efendim” dedim. Anladım ki oturtacak ve benimle meşgul olacak zamanı yoktur. Veda edip ayrıldım.

        Makbule Hanım, 1 Temmuz 1927’de İstanbul’a gelen ağabeyi Reisicumhur Mustafa Kemal’i, Dolmabahçe Sarayı’nın merdivenlerinde elini öperek karşılıyor.
        Makbule Hanım, 1 Temmuz 1927’de İstanbul’a gelen ağabeyi Reisicumhur Mustafa Kemal’i, Dolmabahçe Sarayı’nın merdivenlerinde elini öperek karşılıyor.
        Makbule Hanım, 1930’lu yılların başında.
        Makbule Hanım, 1930’lu yılların başında.
        Makbule Hanım, ağabeyi Mustafa Kemal’in cenazesinin 1953’ün 10 Kasım’ında Anıtkabir’e nakledilmek üzere Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrinden çıkartıldığı sırada tabutun başında ağlayarak dua ediyor.
        Makbule Hanım, ağabeyi Mustafa Kemal’in cenazesinin 1953’ün 10 Kasım’ında Anıtkabir’e nakledilmek üzere Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrinden çıkartıldığı sırada tabutun başında ağlayarak dua ediyor.
        Makbule Hanım’ın hatıralarının bir sayfası...
        Makbule Hanım’ın hatıralarının bir sayfası...
        Hatıraların bir başka sayfası...
        Hatıraların bir başka sayfası...
        Makbule Hanım’ın hatıraları için hazırladığı şecerelerden, yani soyağaçlarından biri...
        Makbule Hanım’ın hatıraları için hazırladığı şecerelerden, yani soyağaçlarından biri...